UCU YIRTIK FOTOĞRAFLAR
1958 yılında ben 10 yaşındaydım.
Atatürk İlkokulu’nun 4. sınıfında...
Birinci ve ikinci sınıfları Yenicami İlkokulu’nda okumuş, üçüncü sınıfı Hardarpaşa İlkokulu’nda tamamlamış ve 4. sınıfta inşası yeni biten Atatürk İlkolulu’na geçmiştik...
Pırıl pırıl yepyeni bir okuldu...
Yeni yapılar nasıl tüterse, o da öyle tütüyordu.
Yarısı kızlara, yarısı da oğlanlara ayrılmıştı.
Sınıflarımız da ayrıydı.
***
“Tanti’nin mahallesi” denilen mahallede oturuyorduk o sıralarda...
Kafesli’ye ve Aykasyano’ya çok yakındı...
Rum komşularla yanyanaydık...
Evlerde su ve elektrik yoktu...
Herkes gaz lambası yakar, suyu da sokak çeşmesinden taşırdı...
Mahalle sakinlerinin çoğu bandabuliyada kasaplık veya manavlık yapardı.
O günlerde sık sık örfi idare boruları çalardı...
İngiliz askerleri süngülü tüfekleriyle gelir, hepimizi evlerimize tıkardı.
Bazı kış geceleri komşular onlara sıcak çay ikram ederlerdi...
Ortalığın iyice kızışmaya başladığı zamanlardı.
Bandabuliya Kıbrıslıtürkler tarafından o sırada yağmalanmış ve Rum esnafın nesini bulmuşsa herkes kapıp kaçmıştı.
Kuyumcu dükkanları da soyulmuştu.
Oralardan aşırdığı bir saata bakarak şöyle diyordu bir adam:
-Deyyus, bunları ne de pahalıya satardı...
***
1958...
Bu yılın, bu tarihin bizim için ne kadar önemli olduğunu anlayacak yaşta değildik o sıralarda...
Bunun bir dönüm noktası olduğunu çok sonraları öğrenecektik...
Türk Mukavemet Teşkilatı kurulmuş...
Takır takır adam vuruyorlardı...
Bir yandan da EOKA...
Biz ‘Volkan’ı gördük, ‘Ya taksim ya ölüm’ diye bağırırken sokaklarda...
Ellerinde demir çubuk ve odunlarla...
TMT’cileri görmedik ama...
Hep dilden dile duyduk...
TMT kurulunca, ‘Volkan’cılar ortadan kayboldu.
***
Babam bandabuliyada bir esnaftı...
Ona gittiğim zamanlar, bana mutlaka birşeyler alıp sevindirmeye çalışırdı beni...
Haydarpaşa’dan değil, Yenicami sokağından geçer giderdim en çok...
Yenicami sokağı zaten benim doğduğum sokaktı...
Ve hatıralarımda hep türbeleri ve mezarlığı ile kaldı.
***
Bütün çocuklar gibi biz de saklambaç, pirili, bir ayak, lingiri ve top oynardık Tanti’nin mahallesinde...
Ama o gün işlenen cinayetten hiç haberimiz olmadı.
Aylardan Mayıs’tı...
Çarşı içinde güpegündüz bir adamı vurmuşlardı...
Bizden birkaç sokak ötede...
Kulak kabartsak kurşun sesini duyardık belki de...
Yıllar sonra öğreneceğimiz tarihin içinden geçip gittiğimizin farkında değildik...
Okula gelip giden İngiliz valisinin sureti ve okuduğumuz İngiliz milli marşının nağmeleri kaldı ezberimizde...
Ama çarşı içinde vurulan o adamdan haberimiz olmadı bile...
***
Yıl 1958...
24 Mayıs...
Kanlar içinde Fazıl Önder’i sermişler yere...
‘İnkılapçı’ ve ‘Emekçi’ gazetelerinin baş muharriri...
Kim görmüşse vuranları, bıçaklar açmamış ağzını...
Sessiz sedasız kaldırmışlar cenazesini...
Sadece iki kardeşi ve bir imam tarafından gömülmüş...
Eşi bile yürüyememiş korkudan arkasından...
Teşkilat, ‘Kim yürürse öldürülür’ demiş...
Kaymaklı mezarlığına defnedilmiş...
Ama yeri bile bilinmiyor hala...
Bir mezar var...
Ve o mu, değil mi, diye bir şüphe...
Hepsi o kadar...
***
Bugünkü gazetemizde yayınladığımız resimlerini ben de ilk kez gördüm...
Uzun uzun baktım bu resimlere...
Evlilik resmine...
Tren yolundaki haline...
Bol pantolonuna ve kısacık ceketine...
Ben 10 yaşındaydım...
O 32 yaşındaydı öldürüldüğünde...
Siz de dikkatle bakın bu resimlere...
Tarihimizdir bu işte...
"Açı" Şener Levent "Afrika Gazetesi"
|
Ben İnkılâpçı Fazıl: HAYKIRIYORUM!.
Çok iyi bir iş yaptı gençler; hepsini de kucaklıyor ve tüm kalbimle kutluyorum. Çoğunu tanımasam da: ‘ellerine, dimağlarına, yüreklerine sağlık!’ diyorum... Yarım yüzyıl sonra Fazıl Önder’i güncelleştirdiler ve hak ettiği yere, gündemin baş köşesine koydular; varolsunlar... Bir süredir, Kıbrıs Kültür Mücadelesi Derneği Geçici Yönetim Kurulu’ndan e-postama iletiler geliyordu. Bir türlü elim değip de yanıt verememiştim, ama o iletileri ilgiyle ve severek okuyordum.
***
Tam da, geniş kitlelerde UMUT’un öldüğü/öldürüldüğü pesimizmi yaygınlaşırken, bu arkadaşların aylarca, belki de yıllarca çalışarak; tuğla tuğla üstüne koyarak Fazıl Önderi ve mücadelesini günyüzüne çıkarmaları, son yarım yüzyılın en önemli, en kayda değer çalışmalarından biridir. Demek ki, Fazıl Önderlerin, Derviş Ali Kavazoğullarının (ve yurtsever Avukatların) mücadeleleri boşuna gitmemiş; kök sürgün vermiş ve ite-kurda, hırsıza-uğursuza RAĞMEN filiz(ler) hem de daha güçlü bir şekilde fışkırmış toprağımızdan... Demokrasi, barış ve özgürlük mücadelesi öldürülemez; ve UMUT söndürülemez bir meşale olarak yükseliyor şimdi. O cinayeti (ve diğer cinayetleri) planlayıp uygulatan hırsız-uğursuzların inadına, Fazıl Önder’in açtığı İnkılâpçı bayrak daha da yükselmekte şimdi… O cinayetleri planlayan caniler bu dünyadan göçmeden, o bayrağın yükselişini görüp görüp kahrolacaklar/kahroluyorlar; olsunlar…
ADALET İSTİYORUZ…
‘Ben Fazıl Önder’ başlıklı ve ‘Halkım ben geldim. Bir kişi daha çoğuz şimdi. Kavgaya var mısınız benimle.’ diye biten yazıyı kim yazdı bilmiyorum; kim yazmışsa güzel yazmış. Ancak bir nokta eklemek istiyorum: Talep… O güzel metnin sonuna bir de talep eklenmeli: Suçlular yargılanmalı!.. Evet, Adalet istiyoruz… Suçluların bulunup yargılanmasını talep ediyoruz… “Daha dün gibi denecek günlerde kahpece vurulan Kutlu Adalı cinayetinin bile üstüne gidilmezken yarım asır önceki o menfur cinayetin üstüne mi gidilecek” deyip geçilmemelidir. Suç suçtur, cinayet cinayettir... Ve cinayetin mürür-ü zamanı olmaz; olmamalı… Sefil tetikçiler de, kibirli ama korkak planlayıcılar da bulunup yargılanmalı. Yargılanmalı ki, “Yurdum işgal altında, halkım perişan. Yurdumun adı bağımsız Cumhuriyet. Adı bağımsız. 40 yerinden bağlanmış hakikatte. Toprağında Britanya egemen üslerini, toprağında işgal kuvvetlerini, toprağında NATO askerlerini, toprağında AB’yi, toprağında BM’yi, toprağında uluslararası sermayenin çeşitli kuruluşlarını barındırıyor. TMT ve EOKA’cıların heykelleri meydanlarda. Toprağımı istila edenlerin bayrakları gönderlerde. Halkım, bu nasıl olur? Bunu nasıl kabul ediyorsunuz?” diye haykıran İnkılapçı Fazıl Önder’in haykırışı yankı bulsun. Yargılanmalılar ki, İnkılâpçıların ayak seslerinden bütün itcil-kurtçul taifesi korku duysun...
***
Bu arada, gençlerin elektronik ortamda günyüzüne çıkardıkları Fazıl Önder’in fotoğrafları ve ‘Ben geldim, kavgaya var mısınız benimle’ çağrısını beyaz kağıda, gazeteye aktarıp herkesin ulaşabilmesini sağlayan Afrika ve AfrikaPazar editörlerini ve çalışanlarını da kutlarım. Şener’in dün yazdığı Fazıl Önder’in vahşice katli ile ilgili yazısı da çok duygu yüklü ve etkileyiciydi. Ben de 11-12 yaşlarımdaydım o cinayet günü. Ben de duymamıştım o kurşun seslerini... Daha sonraları da kimse anlatmamıştı. O ne terör idi ki, göz tanıkları da dahil kimsenin ağzından tek kelime çıkmıyordu... Ama şimdi çıkıyor işte!.. Yarım asır sonra olsa bile, çıkıyor...
"Kalem" Yalçın Okut "Afrika Gazetesi"
|
Yurttaşım Gardaşimu 78
-Fazıl Önder’in anısına.
Ölümsüzlüğü : 24 Mayıs 1958-
biz
taşlayarak uğurladık bir devrimciyi
hızlı hızlı Asmaaltı’ndan geçerken.
selâyı ‘alelacele’ okuyan bir müezzin
‘üstünkörü’ yıkayan bir ölüyıkayıcı
tekbirin yarısını yutan bir de imam bulundu
zorla.
ülküsü
seni, beni ve kendini vuranları kurtarmaktı/
boyunduruktan, esaretten.
bir ‘ebedenölmez’i bile çok gördük ona
kurşunlanmış, bıçaklanmış bedenine
taş attık ‘ebedenölmez’ yerine
58in bir Mayıs günü
Asmaaltı’ndan geçerken Girne Kapısı’na.
o öldüğü için yaşadık biz bu hayatları
göbeklerimiz onun yokluğundan şişti şişti yağlandı
gerdanlarımız onun yüzünden sarktı peşkir gibi önümüze
siyah havyarın üstünden onun yüzünden geğirdik uzun uzun
Nataşa’ların yastıklarına onun yüzünden serpiştirdik yeşil yeşil dolarları
bankaları onun yüzünden kurduk/
onun yüzünden batırdık anasını satayım
onun yüzünden ırzına geçtik bu toprakların.
bu eller
Bragadino’nun canlı canlı derisini de yüzdü
Lokman hekime teneke de çaldı
komşu ermeni, rum evlerini de kundakladı
kurşun harfler de dizdi zehirli gazetelere
gizli mezarlar da kazdı.
devrimci mezarı gizlenir diye/
anıtları yükselir yurt tepelerinde hırsızların
yıllarımızı, özgürlüğümüzü, kimliğimizi, irademizi, yurdumuzu çalanların
mezar anıtlarına çelenkler konur
nutuklar atılır
bandolar çalar
seninse kimbilir
onurlu bir ‘gavulya’ yayılır üstüne
dikenleri temmuz güneşi sarısında bir çiçek açar
hiç sikâyetin olmaz bilirim
hatta sevinçlisin bile diyebilirim
özgür kökleri uzayıp uzayıp derinlere
değerken
bir ‘ebedenölmez’ sıkıştırırcasına benden
‘farsetta’ nasırlı ‘inkılâpçı’ ellerine.
Aydın Adamoğlu
|
VE DİĞERLERİ
Fazıl Önder’in vatan hainleri tarafından öldürüldüğü gün 13yaşındaydım.
Onu tanımıyordum. Kimse tanıtmamıştı. Öyle birinin öldüğünden de haberim
olmamıştı. Herkes konuşmaya korkuyordu o kara günlerde. TMT katillerinden
korkuyorlardı.O gün ben neredeydim?Ne yapıyordum? O, acısından haykırırken
çarşı içinde, ya uçurgan, ya da o kör olası topaç mıydı gene oynadığım?
Hatırlamıyorum...
Bugün onu tanıyorum ama. İnkilapçı’ya da aboneyim. Kim demiş susturdular
diye? Hangi ahmak söylüyor? Susturdularsa eğer, benim okuduğum ne?
Konuştuğum kim?
50 yıl sonra Grenoble’dan
Sana şiir yazıyorum Fazıl Önder
Ben yurtsuz, sen mezarsız
İkimizi de ayni çukura atmışlar
Tek taş bile koymadan.
Kıbrıs’ın meşhurları arasında yoksun Wikipedia’da.
Ciritçi Witbread var, futbolcu Mussi, Nakşibendi Nazım, faşist Rauf, satılmış Dr.,
modacı Çağlayan.
İki kürek arasına yediğin hançer de yetmemiş girmene aralarına
Cabadan yediğin kurşun da.
Ben daha şanslıyım senden.
Şiir antolojisinde ‘Ve diğerleri’ne olsun girdim.
Bu gelişimde adımı doğru da yazacaklar hem
Ve bir daha gelişimde - bir umut -‘Ve diğerleri’nden çıkabilirim de.
Ve bir daha daha gelişimde bu dünyaya, bakarsın ben de onlar gibi,
hiç olamadığım şair de oluveririm.
Benden şair yapacaklar Fazıl Önder.
Yaaaaaaaa...
Ama sen
Bu dünyaya 40 defa daha gelsen
Kaymaklı’daki Çiftçiler Birliği binasını yapmaya durursan gönüllü gene
siesta yaparken elalem, Ağustos öğleninde,
başın 40 defa daha belaya girer.
Çiftçiler Birliği yoktur artık haberin olsun. Olsa bile tabelası kaldı.
Otelciler Birliği var, Ticaret Odası var, Lions Kulübü var, Sanayi Odası var.
Temiz, tıraşlı, şampulu, parfümlü, kravatlı hepsi.
Mercedes’lerinin dümeni o kadar büyük ki, gelir gelir pantalonlarına dayanır.
Senin ve bareyan gibi süklüm püklüm işçi değil
Göbekli göbekli adamların kurduğu. Okumuş, akıllı, fırsatçı, açıkgöz, zeki
Klimalı odalarında, kaşınmalarını bile dikte eden özel sekreterlerin
Kızılların, sarışınların ve esmerlerin , bir elleriyle kellerini
Diğer elleriyle çek defterlerini okşadıkları
Saygın göbeklilerin.
Çiftçiye kız vermezler artık buralarda. Senin modan geçti.
Çünkü maydanoz eken ahmaklara şimdi golf çimeni ektiriyorlar.
Ahmakları açıkgöz yapmaya çalışıyor vatansever kapitalistler.
Senin hem modan geçti, hem ekmek vermiyor sosyalizm.
Bak Sovyetlerin haline. Bizim de sonumuz öyle olacaktı sana kansaydık.
Ve dediklerine göre golf, otel, bahis, kumar, kaçak müteahhitlik, yasal olmayan emlâkçılık
Senin ve benim yaşam standartımızı yükseltiyormuş.
10 bin dolar mı ne olmuş yıllık gelirimiz. Hesap öyle.
Ben de onların yalancısı.
Sen
Bu dünyaya 40 defa daha gelsen
Gelip de İnkilapçı’yı çıkartmakta diretirsen Fazıl Önder
Başın 40 defa daha belaya girer, haberin olsun.
Çünkü İnkilapçı okuyan yoktur artık.
İnkilapçı’yı kahramanlar okurdu.
Kahramanlar gitti, meydan domuzlara kaldı.
Domuzlar İnkilapçı okumaz.
Domuzlar ne kitap sever, ne kitabı okuyanı. Domuzlar kitap yakar.
Onların kitabı paradır
Müzikleri, paranın hışırtısı
Severek tekrar tekrar okudukları tek yazı,‘Merkez Bankası’ yazan ön kısmıdır paranın.
Bir de ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ zırvası meclislerinde.
Haaa üstsüz altsız kız resimleriyle doldurursan
Dert dinleme sütunu da açarsan ‘Fazıl Abla’ diye
Bir de ‘Girne gecelerinde kim nerde?’ sayfası
‘Turkuaz Tangalı Devrimci’ diye değişirsen İnkilapçı’nın adını
Benim şairliğim kadar gazeteciliğin kanıksanır senin de.
Buralarda havalar değişti bıraktığın gibi değil işler
Benim yurdum belli değil, senin mezarın
Tek bir taş bile koymadılar ne yurduma ne mezarına
İkisi de kayıp.
Ben burjuva antolojisinin bir yerlerinde kayıp, sen Kaymaklı mezarlığının.
Yurdumuz, 6.filo ile petrol havzalarının arasında bir yerlerde.
Olimpus’ta İngiliz radarları, 101 Evler’de işgalcinin taş ocakları.
Ortalık toz duman. Sen değerlerini de alıp götürdün, her gidenin yaptığı gibi
Bugünün değerlerine Rotary ve Lions kulüplerinin sayın göbeklileri karar veriyor.
Asil insanlar.
Asil kanlılar.
Savaş zenginleri.
Yeni burjuvalar.
Temiz yüzlüler.
Hızmetçililer, bahçıvanlılar, ahçılılar, şöförlüler, havuzlular
Genirdiklerinde havyar genirenler, soğan değil.
Zeytine uzanmaktan utananlar
Çocuklarına, acıyla can çekişen yurtlarının üstünde bale dersi aldıranlar
Gösteriş için çello çaldıranlar
Yağcılık için horon tepenler, Çayda Çıra oynatanlar.
Sen , ben ve yurdumuz kaybolmuşlar bir çukurda atılı,‘On para etmezler’
Bizler, ‘Ve diğerleri’ olmuşuz Fazıl Önder,
‘Ve diğerleri’, bizler.
Bazan sana gıpta etmez değilim açıkcası
Senin gibi tanımak isterdim ölümü tanıştırıldığım gün.
Sonuna kadar başım dik,
Sonuna kadar işçi
Sınıfının onurlu neferi, bir bilge kişi
Sonuna kadar düşmanını kovalayan
Onu gösteren, yazan
Yurdunu seven, sınıfını seven,
Hahraman.
Fakat kolay mı? Doğrusu,
İnkilapçı’nın dağıtıcı çocuğu olmak da yeterdi bana inan.
Sen gittin gideli Fazıl Önder
Domuzlar çoğaldı buralarda.
Yalınız seni değil
Yalınız bir toplumu değil
Yurdu da bitirdiler.
Şimdi elinde tuttuğun küreğe bakıyorum da
Kum karıştırmak niyetin görünmüyor pek gözlerinde.
Sapından kavrayışın, birşeyler anlatmak istiyor gibi bana
Fotografın ha konuştu ha konuşacak
Küreği kaldıracaksın sen Fazıl Önder, kaldıracaksın biliyorum.
Dolu bir magazin kurşun, 20 hançer de yesen sırtına
Kapitalin kafasına kafasına vuracaksın gibi geliyor bana
Hem yurdumuzu, hem sınıfımızı kurtaracaksın, yalan mı?
Yalansa söyle.
Yalansa bile söyle, çünkü seni ölü sayacaklar ve kaybolmuş.
Kurşunları öldürmüş olacak seni, hançerleri işlerini yapmış olacak
Duymuyorum bağır. Bana yolunu göster. Işıklı yolunu kurtuluşun.
Önderim ol
Küreğinin sapıyle göster bana, farsettanın ucuyle olsun
Ay ışığında kan çizgileri gibi pırıl pırıl monobadilerini,
sırtından hançerlenmiş yurdumun.
Aydın Adamoğlu
|
“FAZIL ÖNDER İLK BASIN ŞEHİDİ OLARAK ANILSIN!”
Fazıl Önder, 49 yıl önce 24 Mayıs günü, faşistler tarafından öldürüldü olayın tek şahidi tanıdık bir isim, Ferdi Sabit Soyerdi.İnkılapçı ve Emekçi gazeteleri yazarı, aydın kişi Fazıl Önder’in öldürülmesi “1958’de solcu Türklerin temizlenmesi harekatı” adı altında işlenen cinayetlerden yalnızca biriydi. Torunu Fazıl Zeytincioğlu ile yaptığımız röportaj şöyle:
Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
İsmim Fazıl Zeytincioğlu, 30 yaşındayım. 1977 Lefkoşa doğumluyum. İkizlerim var. Sedat Simavi Endüstri meslek lisesi motor bölümünden mezun oldum. Daha sonra çeşitli işlerde çalıştım. Son bir buçuk yıldır KTHY’de uçak teknisyeni olarak çalışıyorum.
Dedeniz, Fazıl Önder, henüz 32 yaşındayken katledildi. Bu olay olduğunda anneniz kaç yaşındaydı?
Yaklaşık bir buçuk- iki yaşlarındaydı. Yani hiçbir şey hatırlamaz babasıyla ilgili.
Mutlaka dedeniz hakkında birçok hikaye dinlemişsinizdir…
Dedem Saraçtı. Kolan ayakkabı deri malzemeleri özellikle atlar üzerine binilen eğerleri falan yapardı. Şimdiki Selimiye Camii karşısındaki ara sokakta bir dükkanı vardı. Orda bir ortağıyla beraber çalışırlardı. 50li, 40lı yıllarda revaçta olan bir meslekti saraçlık. Dedem kendi kendini geliştirmiş bir insandı. Üniversite bitirmemişti ama Rus radyolarını dinleyip yorumlar yapabilen, bir sürü kitabı olan kitap kurdu biriydi. Arkadaşlarıyla Moskova radyosunu dinleyip tartışırlardı. Biz de bunları İngiltere’deki arkadaşlarından, Kamil Tuncel’den filan araştırıp öğrendik. Barışçıl bir insandı.
Dinlediklerinizden sizi en çok etkileyen ne oldu?
Dedem gönüllü iş yapmaya çok meraklıydı. Şimdiki Taksim Stadyumun yapılışına yardım ederken fotoğrafları var mesela. İnşaatında çalıştıydı. Bir de muazzam giyinen bir adamdı, bilmem resimlerini gördünüz mü. Yani 50li yıllarda sanki normal biri değil de bir aktördü. Özenli giyinirdi kendine dikkat ederdi. Kendini geliştirmiş bir adamdı. İnatçılığı beni her zaman etkiledi. Ben olsam belki de yapmazdım o şekilde. Hiçbir zaman düşüncelerinden taviz vermedi, bu beni etkilemiştir mutlaka.
Dedenizin katledildiğini bilerek yaşamak çocukluğunuzu nasıl etkiledi?
Biz aynen annem gibi belli bir yaşa kadar dedemize ne olduğunu bilmiyorduk. Annem 7 yaşına kadar öldüğünü bilmezdi. “baban bir yerlere gitti, sana oyuncak bebek getirecek, bilmem ne getirecek” diyerek geçiştirilirdi. 7 yaşında ilkokula giderken yeğeni ona “seni kandırırlar baban öldürüldü” dedi ve o şekilde öğrendi. Biz de belli bir yaşa kadar bilmedik öldürüldüğünü, işte öldü falan dediler. Anneannem asla bu konuda konuşmadı. Ondan sonra sağdan soldan duyduk. Anneanneme sorduğumuzda üstünde durmazdı, geçiştirirdi, baskı yaparsak ağlayıp kaçardı. Doğru dürüst bir şey anlatmazdı o yüzden küçük yaşta pek bir şey öğrenemedik. İyi bir anı olmadı bizim için. Mutlaka etkilendik. Zaten annemde hala daha bunun ezikliğini görebilirim.
Bize dedenizin katlini anlatabilir misiniz?
Dedemin katline birebir şahit olan insan var. Çoğu bunu bilmez. Şu anda çok önemli bir kişidir. Olay sırasında dükkanda idi. Söyleyeyim mi söylemeyeyim mi emin değilim…Bu kişi Ferdi Sabit Soyer idi. Henüz çocuktu tabii. Ben kendisiyle konuştum, doğruladı. Ben başkalarından duymuştum bu olayı, bir gün bir davette karşılaştık sorma fırsatı buldum. Dedemin öldürüldüğü dönem Ferdi Sabit Soyer’in babasıyla çok iyi arkadaştılar. Ferdi Sabit Soyer’in babası dedemleri desteklermiş ama çok da karışmazmış. O zaman Ferdi Sabit Soyer’e babası oynaması için bir oyuncak tabanca almış ve demiş ki “Git Fazıl Amcana da sana kılıf yapsın deriden.” Dedem severmiş Ferdi Sabit Soyer’i çok.. “Noldu be haydut?!” dermiş kendine. Ertesi gün babası Ferdi Sabit Soyer’e “konuştum fazıl amcanla hazırdır kılıfın git al” deyip para vermiş. Girmiş dükkana almış kılıfını yerleştirmiş tabancasını, parayı uzatmış. Dedem “Al sen parayı cebine koy. Babana da söyle verdin da sen onunla kendine sandviç falan alın.” demiş. Tam o sırada, Ferdi Sabit Soyer’in dediğine göre, kar maskeli iki adam girmiş içeri. Daha doğrusu bir tanesi girmiş ilk ve dedem tezgahta çalışırken omzuna sıkmış mermiyi. Tabii bu arada anlamış bu olayın olacağını ve ayakkabıları çakmak için kullandığı, üstünde çiviler olan masayı Ferdi Sabit Soyer’i korumak için üstüne doğru devirmiş. Hatta çiviler girmiş ayağına Ferdi Sabit Soyer’in ve söyledi da bana hala izleri varmış ayağında. Neyse, dedemin omzundaki yara ölümcül değildi. O hırsan kalkıp adamın gırtlağına yapışıp yere düşürmüş yarasına rağmen ve boğazını sıkmaya başlamış. İkinci adam da arkadan gelip dedemin sırtına hançeri saplamış ve o şekilde devirdiler… Polis Ferdi Beyin konuşması için 3 gün beklemiş...Konuşamamış 3 gün...
Daha önce Ferdi Sabit Soyer’le konuşmadım hiç. O akşam davette kendisine beni gösterip bak bakalım tanıyacak mısın dediler. Yüzüme bakar bakmaz “ Sen Fazıl Önderin……” dedi, ben de dedim ki “torunuyum!”. Çok benzermişim dedeme, hiç ben söylemeden görür görmez tanıdı.
Mezarın yerini bilmezsiniz şu an…
Bilmeyik. Dedem öldürüldüğü zaman hain damgası yediği için açıklama yapıldı kimse arkasından yürümeyecek ve yürüyenler da öldürülecek diye. Bu yüzden eşi anneannem bile yürüyemedi arkasından. Sadece iki kardeşi ve imam tarafından gömüldü. Nerdeyse tabutu taşıyacak kadar bile adam yoktu. Dr. Fazıl Küçük’ten izin alındı ve gömüldü diyen var, tabutu taşlandı diyen var, çeşit çeşit duyumlarımız var ama ne kadar doğrudur bilemiyoruz. Dediğim gibi dedem öldürülünce bu işin içinde olan insanlara, sendikadakilere, destek verenlere büyük bir korku geldi. Bu yüzden hiç kimse ne cenazesini ne mezarının yerini göremedi. Anneannem dedemin arkasından giden iki kardeşi ile görüşmedi, korkudan, ben biraz da anneannemin dedeme kırgın olduğunu düşünürüm çünkü her zaman uyarırmış kendini “yapma öldürecekler seni tehdit ederler” diye. Dedemin en iyi arkadaşları dahi, korktukları için anneannemin ziyaretine gelmedi. İşte bu yüzden mezarın yerini biz tam olarak öğrenemedik.
Bu yönde bir çalışmanız oldu mu?
Şu anda bir çalışmamız var. Bu DNA laboratuarı açıldı bildiğiniz gibi bir buçuk sene önce devlet hastahanesinde. Ben de bunu duyunca Sevgül Uludağ’a gittim. O da beni kayıplar komitesinde, bana yardımcı olabilecek birine yönlendirdi. İnceleniyor şimdi, bildiğim kadarıyla kabul de edildi ancak sıradadır. Eğer olursa, üç mezar var bizim bildiğimiz. Şu anda bir tanesi yaptırıldı dedem için. Annemin amcasının oğlu, Sevgül Hanımın röportajı ile bu iş gündeme gelince, 40 seneden sonra “Ben bilirim yerini!” dedi, guduru bir şekilde hop 5 dakikada yaptırıldı mezar. Doğal olarak da annem bunu kabul etmedi. Çünkü 40 senedir annem o kadar aradı, sordu soruşturdu, amcasının oğlu da gelip hiçbir şey demedi babanın mezarı budur yaptırın istersanız işte gidip bir çiçek koyasınız. Biz da bu işin araştırılması istedik. İşte yapılacak DNA testi, açılıp o üç mezar tespit edilsin.
Dedenizin “İnkılapçı” adında bir gazetesi olduğunu duyduk. Gazetenin içeriği ve amacı hakkında bize biraz bahseder misiniz?
İnkılapçı gazetesinden önce dedem Emekçi gazetesindeydi. Sonra Emekçi kapatılınca İnkılapçı gazetesini kurdu. Zaten İnkılapçı gazetesindeki yazılarından dolayı öldürüldü. Dedem işçi haklarını savunurdu her zaman. 8-8-8 sistemi için uğraşırdı. 8 saat çalışma, 8 saat dinlenme, 8 saat uyku. Hatta bu konuda yabancı kaynaklarla da görüşürlerdi. Sosyal haklarını isterlerdi işçilerin. Maden işçileri grevi vardı o dönem, onlara katıldılardı. Özellikle PEO sendikasında çalışmaları vardı, gazete yazılarıyla da destek verirdi. İçeriğini çok fazla bilmem ama gazetenin.
Sürekli tehditler alırdı. Tepkisi ne olurdu? Korkar mıydı?
Hiç aldırmazdı. Zaten bellidir… Sonu da öyle oldu. Kamil amca anlattı bana üç defa öldürülmekten dönmüşler. Onları öldürecek adamlarnan karşı karşıya gelirlerdi, ya karakola gidip saklanırlar ya da bir yerlere sıvışıp kurtulurlardı. Hiçbir zaman taviz vermedi düşüncelerinden. Korkmazdı.
Onun bu güçlü politik duruşu sizinkini nasıl etkiledi?
Ben fazla karışmadım siyasete. Tabii biraz da engellendik ailemiz tarafından karışmak istediğimizde ama ben da fazla karışmak istemedim zaten. Bu olay bize bayağı korku verdi açıkçası. Bu memlekette düşüncelerini söylemek hala daha pek tekin değil.
Dedenizin ayrıca başarılı bir izci olduğunu öğrendik. Sizin de böyle bir merağınız var mı?
Hayır. Hiç izcilik merağım olmadı benim. Dedemin çok iyi ve meraklı bir izci olduğunu bilirdim. Benim başka hobilerim vardı, 12 sene folklor oynadım.
Bizim sormayı unuttuğumuz ama sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Bizim tek isteğimiz ilk basın şehidi olarak anılması ve mezarının yerinin tespit edilmesidir. Bilinsin gençler tarafından. Gençlerin haberi yok bunlardan. Kimdir, neler yapmıştır… Anılmasını isterik. Kıbrıs için değerli ve bilinmesi gereken bir adamdı.
Hazırlayanlar: Buğra GAZİOĞLU, Cemre İPÇİLER (21/06/07)
|
Milliyetçiliğin öksüz bıraktıkları(3): Fazıl Önder’in kızı Ayşe Zeytincioğlu anlatıyor...
Milliyetçiliğin öksüz bıraktıkları...
Sevgül Uludağ
*** 1958'de öldürülen dönemin ilerici hareketinin önderlerinden, İnkılapçı gazetesi sahibi Fazıl Önder’in kızı Ayşe Zeytincioğlu, acılı yaşam öyküsünü anlatıyor... Ayşe’ye babasından geriye yalnızca bir çift bebek ayakkabısı ile “Sevgiliye Mektuplar” bir kitap kaldı...
Babanın kızı için yaptığı bir çift ayakkabı...(**)
1958 yılında önce kurşunlanan, sonra da bıçaklanarak öldürülen Fazıl Önder’in biricik kızı Ayşe Zeytincioğlu, babasını hiç hatırlamıyor çünkü babasını kaybettiğinde henüz bir buçuk yaşındaydı...
Kıbrıs Türk toplumunda estirilen terör dalgasının ilk kurbanlarından olan Fazıl Önder görüşleri ve etkinlikleri yüzünden öldürüldüğünde, biricik kızı Ayşe henüz bir buçuk yaşındaydı... Ayşe’ye babasından geriye yalnızca bir çift bebek ayakkabısı ile içinde babasının adının yazılı olduğu “Sevgiliye Mektuplar” başlıklı 1933 İstanbul baskısı bir kitap kaldı...
Fazıl Önder için ne söylenebilir? Dönemin ilerici hareketi önderlerinden Fazıl Önder, İnkılapçı gazetesi sahibiydi... İnkılapçı gazetesini 14 sayı yaşattıktan sonra İngiliz sömürge yönetimi tarafından gazetesi kapatılmıştı... Sendikacı arkadaşlarıyla birlikte adamızı köy köy dolaşan, Kıbrıslıların ilerlemesi için faaliyet gösteren Fazıl Önder, dönemin sol hareketinde önemli bir isim... Bu konuda Fazıl Önder’le ilgili yazılmış olanların geniş bir özetini de sayfalarımızda bulacaksınız...
Fazıl Önder’in asıl mesleği saraçlıkmış ve geride kalan bir çift bebek ayakkabısını da, biricik kızı Ayşe için kendi elleriyle yapmış...
Ayşe Zeytincioğlu’nun çok acıklı bir yaşamı olmuş... O, milliyetçiliğin öksüz bıraktıklarından... Henüz bir buçuk yaşındayken babasını kaybediyor... Ardından 1963 yılında Kaymaklı’daki evlerinden annesi ve evde bulunan diğer kişilerle birlikte esir alınıyor... Esirlik günleri ardından göçmenliğin ne olduğunu öğrenmek zorunda kalıyor... Kaymaklı’daki evlerine bir daha geri dönemiyorlar. O ev, hala askeri bölgede – ancak bir kez evlerine uğrama izni aldıklarında, annesi yalnızca fotoğrafları topluyor... Bu röportajda yayımlanan fotoğraflar da, maziden kurtarılmış anılardan bir demet...
Ama hepsinden acısı, Ayşe Zeytincioğlu’nun babasının mezarının yerini hala tam olarak bilmeyişi... Dönemin “teşkilatı”, Fazıl Önder’e cenaze töreni yapılmasını yasakladığından, ailesinden tek bir kişiye “izin” verilmiş mezarlığa gitmesi için. Ancak o da vefat etmiş... Lefkoşa’da Kaymaklı Mezarlığı’nda gömülü olan Fazıl Önder’in mezarı konusunda Ayşe Zeytincioğlu’nun bazı akrabaları bir süre önce “Mezar şudur” diye ortaya çıktığında, Ayşe onlara inanmamış – babasının gömülü olduğu söylenen yerde üç tane mezar bulunuyor. Fazıl Önder acaba bunlardan hangisinde yatıyor? Bugün hala, bu sorunun yanıtı belli değil... Ancak DNA testiyle, Fazıl Önder’in hangi mezarda yattığı saptanabilir...
Bir an için kendinizi Ayşe’nin yerine koyun... Yaşamış olduğu acıları yüreğinizle dinleyin... Onunla röportajımız şöyle:
Soru: Ayşe Zeytincioğlu...
Ayşe Zeytincioğlu: O zaman Ayşe Fazıl Önder’di... Şimdi Ayşe Zeytincioğlu...
Soru: Ayşe, hangi sene doğdun?
Ayşe Zeytincioğlu: 1956 Aralık ayında... Kaymaklı’da, hastanede doğdum. Annemin adı Zehra, babamın Fazıl Önder...
Soru: Annen nereliydi?
Ayşe Zeytincioğlu: Küçük Kaymaklılı... Babam da Küçük Kaymaklılı... Hatta annemin ninesiyle, babamın ninesi kardeştir...
Soru: Peki nerede yaşardınız?
Ayşe Zeytincioğlu: Küçük Kaymaklı’da yaşardık. Babam ev yaptıydı orada. Çıkmaz sokak vardı, içinde Ruso’nun fırını vardı, babam orada ev yaptıydı, orada kalırdık... 1963’e kadar orada kaldık, 63’te esir aldılar bizi...
Soru: Sampson’un adamları herhalde...
Ayşe Zeytincioğlu: Evet... Rumlar saldırınca esir düştük...
Soru: O günleri hatırlar mısın?
Ayşe Zeytincioğlu: Hatırlarım tabii. Yedi yaşındaydım. Ben mesela banyodaydım, yengem geldi, amcamın karısı... 21 Aralık günüydü. Ben banyodaydım, annem beni yıkardı. Dayılarımla, ninemle kalırdık biz, tabii babamı 58’de vurdukları için. Dayılarım yoktu, onlar tüfek alıp çarpışmaya gitmişler Rumlarla, o zaman ninemle annem ve ben, üçümüz kalırdık. Ben banyodaydım, yengem geldi, “Zehra, çocuğu banyodan çıkar, giydir kendini, Rumlar saldırdı da kaçıyoruz” dedi, hep hatırlarım... Karşı tarafta komşumuzun evi vardı, oraya gittik. Oradan da muhtarın evine gittik, geldiler oradan bizi esir aldılar.
Soru: Kaç kişiydiniz?
Ayşe Zeytincioğlu: 15-20 kişi kadardık. Hatta ondan evvel, Ruso’nun fırını olduğu için, bunların olacağını sezince geldi adam, bir çanta peksimet, ekmek, çörek falan getirdi, çaldı kapıyı, ninem açtı... “Havva hanım, alın bunları, geçinin” dedi. Ninem ona “Ne oldu?” dedi... O da, “Bir şey yok, merak etmeyin, alın bunları da geçinin, idare edin” dedi. Ninem birşeyler sezdi, battaniyeleri aldı, altınlarını, paralarını alıp koynuna koydu... Sonra bizi esir aldılar, Cikko’nun manastırı vardı, oraya götürdüler bizi...
Soru: Nasıl götürdüydüler? Otobüsle falan mı?
Ayşe Zeytincioğlu: Yok yok, yayan... Hatta yokladıklarında, ninemin altın çıkısı gelmiş ellerine, ona “Nedir bu?” demişler, ninem de bileziktir diye işaret edince, “Tamam” demiş Rum, “kalsın...” Cikko’nun manastırında kaldık, orada bize yemek verirlerdi. Hatta hiç unutmam, patates kebabı yaptıydı bir Rum kadın, döner derdi bize, “Yiyin” derdi, “kardeşimi vurdunuz ama ben gene da size yemek koyarım yiyesiniz...” Yani Türkler kardeşini vurmuşlar ama gene bize yemek kormuş yiyelim gibisinden...
Soru: Kaç gün kaldıydınız orada?
Ayşe Zeytincioğlu: Kaldık işte... Dayım 15 yaşındaydı, o da bizimleydi, hatta onu ayrı bir yere koydulardı – kadınları, erkekleri ayırdıydılar. 3-4 gün ancak kaldık zannederim orada. Ondan sonra İngiliz bir kadın geldi, çok güzel Türkçe bilirdi, geldi ve bize “Sakın erkeklerinizi bırakmayın, bırakırsanız erkeklerinizi öldürecekler, sizi alıp götürecekler” dedi. Çünkü bizi esir düşen Rumlarla değiştireceklerdi... Bu sefer kadınlar diretti ve gitmek istemediler... Bağırınca “Erkeklerimizi de isteriz” diye, onlar da bu sefer mecbur oldu, o İngiliz kadın da bizden yana çekince...
Soru: Belki de Kızılhaç’tandı...
Ayşe Zeytincioğlu: Olabilir... Bıraktılar bizi, kamyonlara koydular, bu sefer Saray Otel’e götürdüler. Bir gece misafir ettiler bizi orada, ondan sonra Atatürk İlkokulu’na gittik, epeyi orada kaldık... Çok kaldık orada...
Soru: Sonra eve dönemediniz hiç...
Ayşe Zeytincioğlu: Eve izin verdiler gidelim, annem de resimlere çok meraklıydı. Bilmem o dönem evde babamın gazeteleri var mıydı, sordum anneme ama “Bulamadım” dedi... Babamın yazdığı gazeteler vardı evde ama kim aldı bilemem. O saat annemin aklına gelmedi kaçacağımız zaman alsın, bütün resimleri yırtık yırtık topladı, başkaları başka şeyler toplarken, annem resimlere çok meraklı olduğu için resimleri topladı...
Soru: O gece ne hissettiydin? Korktuydun herhalde çok...
Ayşe Zeytincioğlu: Korktuydum, ağlardım çok. Yedi yaşındaydım, babamdan dolayı sorunlu bir çocuktum, hatta altımı da ıslattıydım çünkü onu da hatırlarım... Annem soyardı beni, battaniye vardı, onu hatırlarım. Çünkü yedi yaşındaydım Kaymaklı’dan kaçtığımızda...
Soru: Esir iken ne hissettiydin?
Ayşe Zeytincioğlu: Ondan bir ses çıkar, bu taraftan başka bir ses çıkar, karmaşa yani...
Soru: Oyuncakların hep kaldıydı herhalde...
Ayşe Zeytincioğlu: Kaldıydı ya... Ondan evvel hatırladığım bir şey vardı, dayılarım çok incitirdi bana, mesela küçük oyuncak fincan seti alırlardı bana, sonra bir tanesi alır saklardı, vermezdi, ben de çok sinirli bir çocuk olarak büyüdüm, devamlı ağlardım, bağırırdım, kızardım kendilerine! Ve bir de benim hatırladığım, babamla ilgili... Daha Kaymaklı’dan kaçmadan, teyzemin kızı vardır, teyzem de “Baypas Yolu” vardı bizden daha ileride, orada kalırdı. Üstün Bar vardı, onun karşısında kalırdı teyzemler. Bana hiç babamın öldüğünü, öldürüldüğünü söylemediler o zamana kadar. Giderdim, beni kandırırlardı, “Kamyon var, baban kamyonla gelecek, sana bebek getirecek, oyuncak getirecek” derlerdi, öyle bilirdim ben. Yani bu, 1963’te Kaymaklı’dan kaçmadan üç-dört ay evvelki bir konudur. Teyzemin kızı – Havva’ydı ismi - aldı beni, teyzeme giderken yolda, karşıdan bir kamyon gelirdi... “Havva bak!” dedim, “Başka bir kamyonda benim babam gelecek ve bana oyuncak getirecek” dedim. “Yoook!” dedi bana. “Niçin yok?” dedim. “Senin babanı vurdular, senin baban ölüdür, bilmez min sen?” dedi, “Annen sana söylemedi” dedi bana.
Soru: O zaman öğrendin...
Ayşe Zeytincioğlu: O zaman öğrendim, ağlayarak geri döndüm, gittim eve... O zaman karyola vardı, annem de demir karyolanın yanında dururdu...
Soru: Yani teyzenin kızından öğrendin...
Ayşe Zeytincioğlu: Teyzemin kızından öğrendim... “Niçin” dedim anneme, saldım üstüne böyle sinirli sinirli, “bana babamın öldüğünü söylemedin? Benim babam nerede? Benim babam ölmüş!” dedim. Annem başladı ağlasın o saat... Dayılarım aldı beni, ben yine bağırırım, çırpınırım, “Niçin söylemedin bana?” derim... Dayılarım çeker beni, vurmayayım anneme, ben sinirimden anneme vururum... Dayımlar çeker beni, annem de başladı ağlasın, “Senin babanı vurdular” dedi... “Baban öldü” dedi, o zaman öğrendim ben, babamın öldüğünü...
Soru: Demek ki 58’den 63’e kadar gizlediler senden...
Ayşe Zeytincioğlu: Gizlediler...
Soru: Çok özlediğin, Kaymaklı’da kalan bir oyuncağın var mıydı?
Ayşe Zeytincioğlu: Yok, yoktu.... Posta’nın arkasında vardı. Atatürk İlkokulu’ndan sonra Posta’nın arkasına yerleştiydik, orada gene bir bebeğim vardı, Mustafa Doğrusöz dayımın oğluydu, bize de gelirdi ara sıra, dayılarım, küçük dayılarım, alırlar bebeğimi saklardılar... İncitirlerdi, ben de sinirlenirdim... O bebeğimi severdim...
Soru: Ne kadar kaldıydınız Posta’nın arkasında?
Ayşe Zeytincioğlu: Epeyi kaldık... Göçmenköy evleri yapılırdı, bir göçmen evi verdiydiler bize, o zaman oraya gittiydik.
Soru: Annen ne yapardı? Tezgah dokurdu...
Ayşe Zeytincioğlu: Tezgah dokurdu, Gülok’ta işledi, sonra portakal toplamaya gitti... Kaymaklı’dayken evde tezgah dokurdu, heybe dokurdu. O zaman geçtiğimizde bu tarafa, tabii tezgahlar da gitti, kalmadı. Aldı geldi galiba tezgahları, bu defa nereye kuracak mesela, yer yok... Posta’nın arkasında kalırken annemin halasının oğlu vardı, o bize bir oda kiraladı orada. Onun içine getirdiydi tezgahları, orada dokurdu annem... Kooperatife satardı. Heybe dokurdu...
Soru: Posta’nın arkasında ben o eğirdikleri iplikleri de hatırlarım... Sonra boyarlardı iplikleri...
Ayşe Zeytincioğlu: Evet, ninem yapardı onları... Ninemin adı Havva... Annem zannedersem ninemden alıştıydı tezgah dokumayı çünkü ninem de o işi yapardı. Dedem Kaymaklılı, ninem Hamitmandrezli’ydi... Annem bir ara Salko’da işledi, Moltex vardı, orada işledi, teyzemin kızının eşinindi Moltex – bir anlaşmazlık olduydu, oradan işten çıkardıydılar kendini...
Soru: Annen ne zaman vefat etti?
Ayşe Zeytincioğlu: 1994’te... Hem annelik, hem babalık yaptı bana...
Soru: Babanın vurulduğunu, öldürüldüğünü öğrendin. Ondan sonra bu, ne etki yarattı hayatında? Neler hissettin, hatırlar mısın?
Ayşe Zeytincioğlu: İçine kapanık oldum... Bir eksiklik, bir boşluk hisseden... “Baba” lafını her duyduğumda, hala ağlarım... “Benim babam yok, niçin? Bula bula benim babamı mı?” derim... Eksiklik hisseden... Atılıp kapılaman oraya buraya, annem mesela beni küçükken yollardı, oraya git buraya git yalnız diye, gittiğim yerde kalamazdım mesela. Dayılarımda gider kalırdım, kardeşim yoktu diye, bunu hissetmeyeyim diye yollardı annem beni ama huzursuzdum, dayım mesela beni geceyarısı geri getirirdi. Ve de anneme şikayet ederdi, “Bir kere daha yollama çünkü ağlar, durmaz” derdi. Babam olmadığından dolayı anneme de çok bağlıydım. Tek annem vardı, ona çok bağlıydım... Annem de her sorduğumda kendine babamı mesela, sürekli ağlardı. Bana tek bir iki kelime söylerdi. Ben de artık karar verdim, “Ben artık bu kadını ağlatmayacağım, her halde bir şey var, çok üzülür ki her sorduğumda ağlar, anlatmaz da doğru dürüst” dedim. 1992’de hasta olduydu annem, 1994’te vefat etti. Bu arada başladıydı hep babamı anlatmaya bana çünkü gece hep rüyasına gelirmiş. Babamı görürmüş, yok alıp kendini gidecekmiş falan filan gibisinden...
Soru: Babanı hiç hatırlar mısın?
Ayşe Zeytincioğlu: Hiç hatırlamam ben... Hiç hatırlamam ben babamı... Bir buçuk yaşında falandım çünkü...
Soru: Annen sana babanla ilgili neler anlattı?
Ayşe Zeytincioğlu: “Baban karpuzu çok sever” derdi bana, “Domateslerin çekirdeğini çıkarır da yer” derdi. “Senin baban çok akıllıdır, kendi kendini yetiştirdi, okula yollamadılar kendini” derdi. Gitmiş okula ama kendi kendini yetiştirmiş babam. Hatta annem de okuma-yazma bilmezdi, okuma-yazmayı babam öğretmiş anneme. Babam öğrenmeye o kadar meraklıymış ki başlamış kendi kendine İngilizce de öğrensin. Onu da anlattı bana... Kardeşlerinin içinde çok bilgili bir adamdı. “Giyimine çok meraklıydı” derdi. Bir de ninemle ilgili... Karı-koca aralarında su bulanmadı ölene kadar, bir şey olmadı da... Bazı ninem babamı çağırır, gel da Zehra’dan şikayetçiyim dermiş, gidermiş babam yanına, birşeyler söylermiş kendine, çıkarmış dışarı ama anneme hiçbir şey söylemezmiş, “Sen onu yaptın, bunu yaptın” gibisinden. Annem sorduğunda, “Sen annemi bilmez min?” der, gülermiş babam... Ve bana söyledikleri kadarıyla babaannem de yatalakmış, sakatmış - ona da söylememişler babamın öldüğünü, epeyi gizlemişler, bilmem, yengem öyle anlatır da... Öldü de öğrenmedi mi, orasını bilemem...
Soru: Peki babanın çocukluğu, gençliğiyle ilgili neler bilin? Mesela Kaymaklı’da doğdu, sonra ilkokula gitti... Sonra neler yaptıydı?
Ayşe Zeytincioğlu: Amcam saraçtı, dükkanı Lefkoşa’da, Arasta’da. Büyük Han var ya, üç tane dükkan var kapalı, kepenkleri inmiş... O dükkanlardan biri babamındır. Bana öyle gösterdiler. Babam orada amcamla saraçlık yapardı, amcamdan alışmış. Hatta bana bir çift ayakkabı yaptı, çok güzel, hala saklarım. O zaman bana o ayakkabıları giydirirlermiş, deriden ve çok güzel o ayakkabılar. Babam yapmış bana o ayakkabıları, kaçacağımızda aldık onları da. Odada asılıdır... Saraç dükkanında silahlara kın yapardılar, atlara eğer yapardılar.
Bisikleti varmış, bisikletle gidermiş Kaymaklı’dan dükkanına. 1933 doğumludur babam, Fazıl Yusuf Önder olarak geçer adı evlilik kağıdında. Annemle 25 Mart 1951’de evlendiler.
Soru: Bir de baban izcilik alıştırırdı çocuklara, fotoğraflarında da gördük, arkadaşı Kamil Usta da anlattı...
Ayşe Zeytincioğlu: Çok iyilik yapmayı seven, çok iyi bir insanmış. Bir de annemin anlattığı kadarıyla, elinde kaç parası varsa ve birisi isterse, hepsini verirmiş ve kendisi kalırmış öyle. O kadar bir cömert insan ve iyilik yapmayı seven bir insanmış. Babam çok güzel giyinirdi, şık giyinirdi... Çok meraklıydı... Annem ölüm döşeğinde yatırken, gece rüyasına geldiğini anlatırdı... “Akşam baban geldi, istedi beni alıp gitsin” derdi bana...
Soru: Posta’nın arkasından sonra göçmen evlerine taşındınız...
Ayşe Zeytincioğlu: Evet, epeyi bir zaman göçmen evlerinde kaldık, 1974’e kadar. 74’te Yenişehir’deki bu evi verdiler bize çünkü evimizi Kaymaklı’da bıraktık, askeri bölgededir bizim evimiz...
Soru: Hala daha gidemezsiniz...
Ayşe Zeytincioğlu: Gidemeyiz çünkü askeri bölgedir, askerden izin çıkarmak gerekir. Herhalde Türk askerleri kalır içinde, öyle tahmin ederim. Hatta duyduğum kadarıyla şimdi yıkmışlar oralarını, saha yapmışlar falan filan... Bilemem yani... Onun karşılığı olarak bize bu evi verdiler, bu eve geldik biz. Buraya evlendim ben, annemle kalırdık...
Soru: Hangi sene evlendiydin?
Ayşe Zeytincioğlu: Ben 1975 Mayıs ayında nişan oldum, Aralık’ta da evlendim, bir senenin içinde nişan olup evlendik. 1976’da kızımı doğurdum, 77’de de oğlumu doğurdum. Kızımın ismi Nediye’dir, kayınvalidemin ismi ama İpek’liği de var, Nediye İpek Zeytincioğlu... Oğlumun ismi de Fazıl, babamın ismi... Eşimin oto elektrik tamir atölyesi var.
Soru: Annen ölmeden önce sana anılarını anlatmaya başladıydı. Nasıl öldürüldü, ne olduydu, nasıl gömüldüydü?
Ayşe Zeytincioğlu: Annem gitmedi mezarına çünkü koymamışlar. Babamlar üç kardeştiler, bir de halam vardı, ömür bıraktı. Amcamların biri Salih – Yoğurtçu Musa derlerdi – öteki de Cemal Saraçoğlu... Erdoğan Saraçoğlu var ya Yakın Doğu’da... En büyük amcam Cemal Saraçoğlu’ydu. Üçüncü de babamdı, bir de arada kızkardeşleri varmış, Hürmüz’müş adı ama ömür bırakmış, ben onu hatırlamam.
Soru: O gün nasıl anlatılır, ne olmuş?
Ayşe Zeytincioğlu: Her zamanki gibi Kaymaklı’daki evimizden dükkanına gitmiş...
Soru: 24 Mayıs 1958’de...
Ayşe Zeytincioğlu: Annem de öyle anlatırdı bana, dükkanına gelmişler, konuşmuşlar, biraz tartışmışlar galiba, bilemem, öyle duydum. Sonuçta babamı vurmuşlar. Ama babam ölmemiş, tekrar mücadele etmiş... Hem “Tanıdım sizi” demiş kendilerine. Bildiği biriydi herhalde ki “Tanıdım sizi” demiş kendilerine.. “Tanıdım sizi” deyince, gama der annem, adamın elinde gama varmış, tutmuş, arkadan saplamış babamın sırtına... Sonra anlattıkları, bilmem yani bu derece yaparlar mı, ben inanmam, koymuşlar tekrar kendini ölmediği halde kamyonun arkasına ve dolaştırmışlar, bütün halk görsün. Beklemişler ölsün kan kaybından, hastaneye de götürmemişler. Ölmüş de ondan sonra... Hatta cenazeye annem gitmemiş. Amcamın kızının anlattığı kadarıyla, “Tek hatırladığım” der bana, “Ben o zaman yedi yaşındaydım, seni koydular arabaya, verdiler, git Ayşe’yi gezdir, o sokak senin, bu sokak benim, Kaymaklı’da seni gezdirirdim, annen düşer düşer bayılırdı bu tarafta” der... Amcamın kızının adı Zühre Mındıkoğlu...
Yengemin anlattığına göre o dönem insanlar gazeteye ilan verirler ve Rum tarafındaki sendikadan istifa ettiklerini söylerlerdi. Büyük bir dayım vardı, elmalı şeker satardı Lefkoşa’da, Mehmet’ti adı, Terzi Mehmet’ti adı... Dayım “Gazeteye versin, gazeteye verenleri vurmazlar” demiş, yani “Ben bu işten geri çekildim falan filan” gibisinden. Vermemiş babam böyle bir ilan. Ve dayım gelmiş amcama, demiş ki “Ben ikna edemedim kendini, bak sen kardeşisin, belki sen ikna edebilin kendini da versin da yazıktır” demiş. Ertesi günü de vurdular kendini...
Soru: Cenazeye sadece bir tek amcan katıldıydı galiba...
Ayşe Zeytincioğlu: Cenazeye bir tek Salih yoğurtçu amcam gitti. Hatta onun 7 yaşında bir kızı vardı o zaman, Sevilay Sakallı’dır adı. Onun da anlattığı kadarıyla bana, “Ben küçüktüm Ayşe” dedi, “Cenazeyi taşlarlardı” dedi. Hatta ona bile izin vermemişler, gömsünler etsinler. Cenazeyi o, annesi ve “hala” dedikleri bir aile dostları varmış, gerçek halası değil yani ve onun ismi de Ayşe’ymiş ve cesur bir kadınmış, kimseden korkmazmış. Üçü-dördü gitmişler, yengem de beraber... Götürürlermiş babamın cenazesini ve yolda taşlarlarmış babamın cenazesini. Söverler sayarlarmış... Amcamın da canı sıkılmış...
Soru: Cenazesine izin vermediler...
Ayşe Zeytincioğlu: İzin vermediler... Bu sefer koyduğu gibi tabutu, oturtmuş çocuğu da üstüne, yedi yaşındaki kızını da, Sevilay ablamı oturtmuş tabutun üstüne. Ayşe halaları da oturmuş üstüne, yengem de kalmış orada. “Oturun da gidiyorum da geleyim” demiş amcam. “Adamısanız,” demiş kendilerine “gelin bu çocuğu da vurun! Ailemi de vurun burada! Kardeşimi koymazsınız gömülsün!” demiş. Gitmiş, Dr. Küçük’ten kağıt almış, “Bu adam köpek değil da vurdunuz kendini da şimdi izin vermezsiniz gömelim edelim” demiş, “Bana bir kağıt verin, bu adamı gidip gömeceğim” demiş, “Bu adam benim kardeşimdir” demiş kendine, “Ne suçu var da vurdunuz kendini mesela da gömmeye da izin vermezsiniz” gibisinden... Kağıt vermiş kendine Dr. Küçük ve gitmiş gömmüş... Dayımın anlattığı kadarıyla, “Koymazlardı ve ben gizli gizli gittim, ağaçların arasında saklanarak seyrederek gördüm, gömdüler babanı” dedi. Dayımın adı Erdoğan Topal, İngiltere’de yaşar.
Soru: Saklandı ve izledi...
Ayşe Zeytincioğlu: Ve onun için annem de hiç bu kadar zaman... Bu kadar zaman suçladım annemi, niçin göstermedi mezarı diye, bu Reis Market var ya, “Oradaki mezarda yatır baban” derdi – Kaymaklı Mezarlığı - ama bir günden bir güne beni alıp da mesela “Gel gidelim babanın üstüne kızım” demedi, okuturdu, neyse okumaları, mevlidini, yasinini, sürekli yapardı...
Soru: Belki de kadını o kadar korkuttular ki...
Ayşe Zeytincioğlu: Bilemem... Demedi hiç “Gel gidelim babanın üstüne kızım” falan filan... Hatta ben sürekli söylerdim, bağırırdım, “Niçin hiç götürmedin beni?” derdim. O öldükten sonra dayım söyledi bana, annem ömür bıraktıktan sonra “Anneni suçlama” dedi, “çünkü o zaman annen sana söyleyemedi” dedi. “Tehdit ettiler, eğer giderlersa karısıyla kızını da vurun diye” dedi... “Onun için annen korkardı, onun suçu yoktur” dedi...
Soru: Mezarına bile gidemediniz...
Ayşe Zeytincioğlu: Mezarına bile gidemedik... Hatta şimdi, bu kadar zaman sonra, şimdi medya ilgilenmeye başlayınca, ben aldım annem ölürkenden – dedim ki belki kadının bir yemini vardı veya bir korkusu vardı, bilemem, bu kadar zaman beni götürmedi. 1994’te annem ölürkenden biraz toparladım kendimi ve aldım Salih amcamın kızını... “Sen bilir misin babamın mezarını?” dedim, “Bilirim” dedi. “Gel gidelim, bul bana babamın mezarını, göster” dedim kendine. “Tamam” dedi, gittik ve bulamadı...
Soru: Çünkü orada üç tane mezar var...
Ayşe Zeytincioğlu: “Üç tane mezar vardı duvarın dibinde, bu üçünden hangisidir bilemem” der. Onun annesi de ömür bıraktı... Benim annem de ömür bıraktı, Mayıs’ta 11 sene olur öleli... Onun annesi, benimkinden 6 sene evvel ömür bıraktıydı... “Benim annem ölmeden altı sene evvel sürekli giderdik” dedi bana, “Ve şimdi tuhaf bir şey bulamayım” dedi. Didik didik ettik ortalığı, bulamadık mezarı...
Soru: Hala daha bilinmez mezarı...
Ayşe Zeytincioğlu: Hala daha bilinmez. Ama ben dedim yani, aileye de dedim, dedi bana Erdoğan Saraçoğlu bilir – öteki amcamın oğlu – haber ettim, “Gelin bana bu adamın mezarını gösterin” dedim. “Bu adam benim babamdı, bana mezarını gösterin, hakkımdır bu” dedim. Umursamadılar... Şimdi medya başlayınca ilgilensin, çıktı “Mezarını buldum sana gösterdim”... Ben de kabul etmedim. Hangisidir bilinmez, şüphelidir. Şimdi mesela DNA testi falan bilmem olacak mı, istemeyim neysa... Ben gideyim o adamın mezarına ama ya o değilsa? Yanlış mezarsa? Değil ama? Adam bu kadar çekti, bir de öldükten sonra da... Ben de gitmedim, hatta söyledim... “Ben bu kadar zaman bu mezarı ararken, niçin gelip bana araştırıp bulmayıp göstermediniz ve şimdi medya basın falan ilgilenince çıktınız ortaya ben babanın mezarını buldum diye... Ben bunu kabul etmem çünkü belki bu değil... Bu üçünden biri ama hangisi? Ve İngiltere’deki dayımı da alıp götürdüm ve dayım da bulamadı... “Çocuktum, hayal meyal hatırlarım” der bana... “Ağacın arkasına saklanıp izledim ama bu üçünden biri dayımın mezarı ama hangisi?” der, o da bilmez. “Tam iyi emin değilim” der bana. Yani bu böylece kaldı... Ben de isterim, bulunsun, yaptıralım mezarını... Gideyim çiçek koyayım başına, ben de isterdim ama olmadı...
Soru: Çünkü aslında öldürülen ilk gazetecilerden biri...
Ayşe Zeytincioğlu: Bir de benim okumamı çok istermiş... Ama ben bunu yapamadım çünkü biraz da uzaktan akraba evliliği olduğu için annem babamdan dolayı, benim kulaklarımda sorun var. Benim bir kulağımda cihaz var. Küçükken çok hastalık çektim, doğmuşum, bir ay bıraktılar Rum hastanesinde kuvözde, annem öyle anlatırdı, devamlı kulaklarımda sorun vardı, hassastır benim kulaklarım. Ve bu cihazın sayesinde duyarım. Biraz da kardeş yok, bir şey yok, ilgilenen biri yok, ilgisizlikten dolayı da yani ben okuyamadım. Halbuki çok istermiş babam benim okumamı ve benim ismimi de gerçek teyzesi değil, “Teyze” dediği bir kadın öğretmen varmış Ayşe diye, onun ismini koymuş. Ama işte olamadı... Orta ikiye kadar okudum... Babam çok severmiş beni, arabaya koyar da sallarken şarkı söylermiş: “Ayşeliki fıstıkılıkım, şekeriki fistıkılıkım” diye şarkı söylermiş...
Soru: Ne isterdin olsun? Ne rahatlatırdı yüreğini şimdi, babanla ilgili?
Ayşe Zeytincioğlu: Duydum, kendini öldürenler çıkmış meydana. Bir tanesi feci bir şekilde ölmüş, öyle duydum. Öteki de güya yaşarmış... Onların da belki de suçu yok, onlara emredendedir suç... Ne diyeyim yani? Bu şeyler olmasın artık yani... Şimdi babamın burada olmasını çok isterdim... Çok aydın, gazeteci, çok iyi bir insandı. O olsaydı, belki de ben okuyacaktım... Başka türlü bir hayatım olacaktı benim de... Ve üstelik kardeşlerim de olacaktı, ben kardeş özlemi de çekerim çok. Hep tek kaldım... Onu da, annemi takdir ederim. Annem bana “Beni çok isteyen oldu ama” dedi “ben senin başına üvey baba koymamak için böyle bir şey yapmadım” dedi, “Ben kocamı çok severdim” dedi. İnancı mıydı, bilemem, annem öyle inanırdı... “Eğer ben evlenseydim, öldüğümde kocamın yanına gidemeyecektim” derdi bana. Çünkü benim dayım da hocaydı, belki de öyle söylerdi kendine. Annem, “Evlenmediğim için şimdi rahatlıkla buluşacağım o tarafta” derdi bana... Çok severdi babamı, sürekli onu söylerdi bana...
Soru: Ve şimdi bir torunu oldu Fazıl Önder’in... Bir oğlan, adı Arhan... İki buçuk aylık... Göremedi... Senin çocuklarını göremedi...
Ayşe Zeytincioğlu: Ya... Annem da... Mesela kızımın hemen hemen bütün cehizini o yaptı, çok meraklıydı, bana doğru-dürüst yapamadığı için, maddi bakımdan dolayı... Torunlarını evlendirdiğini de göremedi...
Soru: Babandan o ayakkabıcıkların dışında ne kaldı geriye? Bir şey kaldı mı?
Ayşe Zeytincioğlu: Bir kitap var ama kendi yazmadı onu zannedersem, “Genç kızların dilinden sevgiliye mektuplar” diye bir kitap...İçinde kendi elyazısıyla ismi var... İstanbul baskısı bu kitapçık kaldı, resimleri kaldı... Başka bir şey kalmadı... Çünkü her şey Kaymaklı’daki evde kaldı... Gazeteleri, yazıları...
Soru: Mezarı için ne isterdin?
Ayşe Zeytincioğlu: Mezarını isterdim gerçekten bulup yaptırayım, gideyim...
Soru: Belki DNA testiyle çıkabilir...
Ayşe Zeytincioğlu: Olabilir... Ama onu da herhalde uğraşmak lazım...
Soru: Çünkü öteki iki mezarın sahibi kimlerdir, onu da bulmak lazım...
Ayşe Zeytincioğlu: Ya, işte böyle... Keşke daha çok şey bilseydim ve söyleseydim...
***
*** Emektar sendikacı Kamil Tuncel, yakın arkadaşı Fazıl Önder’i anlatıyor:
“İnsanlığa yardım etme hevesiyle doluydu...”
Emektar sendikacı Kamil Tuncel, yakın arkadaşı Fazıl Önder’i şöyle anlatıyor:
“Tanıdığım Fazıl Önderin kimliği hakkında biraz bilgi vereyim. Doğum tarihini kesin olarak bilmiyorum, tahminime göre 1926’da Küçük Kaymaklı’da doğdu, fakir bir ailenin çocuğu olduğu için tahsiline devam edemedi. Küçük yaştan izci teşkilatına duyduğu sempatiden dolayı izci olmuştur. İzciliğin kanunlarını ve görevlerini yerine getirmeye çalışırdı Örneğin küçükleri koruma ve yaşlılara hürmet, yardım edilmesi en çok beğendiği şeyler arasında idi. İzcibaşı olan ve izci rütbesinin en yüksek kademesine yükselen Fikret Bey’le beraber çok çalıştı. Fikret Bey bir ara Gençlik Gücü Spor kulübünün başkanlığını yapmıştı. Küçük yaşta kardeşi ve abisi olan saraç Cemal Usta’nın yanında işe koyuldu. Çıraklık devrini tamamlayıp usta oldu ve Ahmet Ayalı isimli bir arkadaşı ile ortak bir dükkan açarlar... Saraç neydi onu da söyleyelim... Saraç; koşu atlarının eğerlerini, yani yarış atlarının bütün araçlarını, eğer takımlarını tamir ve tedarik eden bir meslektir. Ben Fazıl Önder’le Lefke Karadağ maden ocağı grevinden sonra, yine Ahmet Sadi’yle de (Erkut) o tarihte, 1948 ve 49’un ilk aylarında Ayluga mahallesi Elli sokağı numara 2’de olan Türk İşçi Birlikleri’nde tanıştık. Fazıl Önder her yönü ile temiz bir Türk genci idi. Türkçe’si bizden çok daha iyiydi, çok güzel Türkçe konuşuyordu. Temiz giyinen sigara içki kumar oynamayan gençliğe örnek bir gençti. İkimiz de o tarihlerde bekardık. Fazıl Küçük Kaymaklı’da Derviş Ali Kavazoğlu, Mehmet Edison, Ahmet Manyo gibi arkadaşları toplar ve radyodan Sofya’yı Moskova’yı ve daha birçok sosyalizm yayını yapan radyoları dinlerler ve kendi aralarında aytışma yaparak kendi kendilerini yetiştirmek için uğraş verirlerdi. Aynı zamanda o senelerde, Bulgaristan’dan gelen Yeşil Işık ve şimdi ismini hatırlayamadığım gazetelerin yanı sıra, Türkiye’den gelen Marko Paşa ve zaman içerisinde Merhum Paşa isimleri altında gelen mizahi gazeteleri de okumaya devam ederlerdi, ayrıca dünyaca tanınmış şair Nazım Hikmet’in şiirlerini, Sabahattin Ali’nin romanlarını hep beraber okuyarak kendi kendini yetiştiren ve sosyalizme meyilleşen, sosyalizmi benimseyen ve hazmeden bir arkadaşımızdır. 1949’dan 1952’lere kadar Türk İşçi Birliği’nde çok faydalı olan bir kişi idi. Örneğin milli günlerimizi kutlayacağımızda Tuzla’da işçi arkadaşları Halil Ertürk ve Derviş Günay ile temasa geçerek milli günlerimizde bu arkadaşların çalıştırdığı 12-15 yaş arası işçi çocukları resmi üniforma ile birlikte trampetlerini de alarak Lefkoşa’da olan İşçi Birliği’ne gelirlerdi, toplantı saatinden önce izciler marşlarını söyleyerek, trompetlerini seslendirerek Lefkoşa’nın ana caddelerini gezdikten sonra toplantı yerine gelirlerdi. Bunu gören ve duyan haklımız daha coşkulu daha hevesli koşarak mitinglerimizi takip ederlerdi, böylece güzel kalabalığımız olurdu. Fazıl Önder’le arkadaşlığımız nikah olduktan sonra da devam etti. Nikahlılarımız ile birlikte hatta Ahmet Sadri Erkut’la birlikte 1954’de tertip edilen sulh gezisine Trodos, Platres gibi bölgeleri gezmeye gittik ve Kıbrıs’ın en güzel dağlarını beraber gezdik. Hatıra resimlerimiz vardır... Fazıl Önder, Türk İşçi Birlikleri’ni PEO’ya taşıdıktan sonra Türk Eğitim Kulübü’nün (TEK) kuruluşunda diğer arkadaşlarım ile beraber özveri ile çalıştı. Çünkü Fazıl Önder, usta olduğu için, hiç bir zaman işçilik yapmadığı için sendikalara üye olmamıştı, ama bizim olduğumuz binaya ideolojisiyle, işçi sınıfını sevdiği için, izciliğin ona verdiği insanlığa yardım etme hevesiyle gelip içimize karışırdı ve bizimle beraber faaliyet yapardı. Dediğim gibi, Türk Eğitim Kulübü’nü kuracağımız zaman, o da özveri ile bize çok büyük yardımlarda bulundu. TEK kurumu kurulduktan sonra, zaman zaman heyet-i idarede yer alıp bizlere yardımcı oldu. Onun izcilikte olan tecrübelerinden çok yararlanmıştık, okumaya ve gazeteciliğe çok meraklı olduğu için Ahmet Sadri Erkut ve Derviş Ali Kavazoğlu ile el ele vererek 60 Türk köyünden fazla Türk köyüne giderek işçinin köylülerin ve emekçi halkın menfaatlerini savunacaktı. Hatta sosyal sigorta sandığının kurulması için bir gazeteye ihtiyacımız olduğunu halkımıza izah etti, bilgilendirdi, bilinçlendirdi ve ondan sonra 13 Eylül 1955’te İnkılapçı ilk sayısını neşretti. Gazetenin müdürlük vazifesini de üstlenmişti. İnkılapçı halkın bağrından kopan, halkın gazetesi idi. Fazıl Önder yazılarında işçi haklarını arayıp desteklemekle beraber, Türk cemaatının Evkaf, maarif ve öğretmen problemleri için de uğraş verirdi. İnkılapçı’nın bir sayısında emperyalist sömürge yönetiminden şu hakları talep etmekte idi:
1 İlk okul öğretimi mecburi olsun
2 Milli tarihimiz okunmalı
3 Kitapsız tedrisata son verilsin
4 Çok sayıda sanat ve ziraat okulları açılsın
5 Öğretmen okullarının geliştirilmesi
6 Hükümet okullarımızdan baskısını kaldırsın
7 Talebelerimize meccanîlik
8 Dini milli günlerimizi serbest olarak kutlamamız
Bütün bunlara rağmen Türk burjuva sınıfı, Emekçi’de olduğu gibi İnkılapçı gazetesinin de AKEL’den yardım alarak çıktığını iddia eder ve bizi Türk halkımıza kötülemeye devam ederlerdi. Ne yazık ki İnkılapçı’nın yaşamı çok kısa oldu, 14. sayısından sonra emperyalist sömürge devleti tarafından yıkıcı yayın yapar gerekçesi ile kapatıldı. Ve en acı tarafı da 1 Mayıs 1958 nümayişinden sonra sırası ile TEK grubu yok edilir, Ahmet Sadi (Erkut) ve eşi vurulduktan sonra 24 Mayıs 1958’de Fazıl Önder, Ayasofya Camisinin yanında bulunan dükkanda caniler tarafından kurşulanır. Fazıl Önder kendisini kurşunlayan zata saldırır, tam onu yakalayıp yere atacakken arkasından başka bir gaddar faşist Fazıl’ı hançerleyip yere indirdi, artık Fazıl Önder cansız yerde yatıyordu. O zamanın terör örgütü Fazıl’ın cenazesine halkın yürümesini önledi. Kardeşi ve iki akrabası tarafından Küçük Kaymaklı mezarlığına gömüldü. Ve Fazıl’ı gömen bu 3 arkadaş hayatta olmadığı için mezarının yerini ne kızı Ayşe biliyor, ne de arkadaşları olan bizler...”
***
Katledilen bir ilerici: Fazıl Önder; Kapatılan bir gazete: İnkılapçı
Ahmet An (*)
Bugün kendisini ve mücadelesini saygı ile andığımız Fazıl Önder, 45 yıl önce Kıbrıs Türk yeraltı örgütü tarafından vahşi bir şekilde öldürüldüğü zaman, daha 32 yaşında gencecik bir delikanlı idi.
1950 yılı ortasında Necati Özkan’ın İstiklâl gazetesinde öykü ve yazılar yayımlamaya başlamış, yıl sonunda da Memleket gazetesindeki “Fıkra”lar köşesine geçmişti.
İstiklâl’in 27 Mart 1951 tarihli nüshasında “Arkadaşımız Fazıl Önder ile bayan Zehra Ali geçen Pazar nikahlandılar” haberi yer almaktaydı.
1 Eylül 1954 tarihli Hürsöz’den ise, onun Lefkoşa Türk Eğitim-Spor Kulübü (T.E.K.) Sekreteri olduğunu öğreniyoruz. Haberde TEK’in, Kıbrıs Türk Lisesi “College” bölümü için bir fakir talebeye KEO’dan 1 meccanilik projesi aldığı duyurulmaktaydı.
Saraç olarak çalışan ve gazetecilik mesleğine ilgi duyan Fazıl Önder, 12 Aralık 1955 günü son 14. sayısı çıktıktan sonra İngiliz sömürge yönetimi tarafından kapatılan “İnkılâpçı” gazetesinin sahipliği ve yazı işleri müdürlüğünü de yapmaktaydı.
İNKILÂPÇI’NIN YAYIMLANMASI
125 gün süren meşhur 1948 Maden Grevi’ne katılan işçileri desteklemek amacıyla 19 Mayıs 1948’de günlük olarak yayımlanmaya başlayan ilk Kıbrıs Türk işçi gazetesi “Emekçi”, 1949 yılı sonuna doğru yayımını durdurduktan sonra, 1955 yılına kadar işçi davasına destek olan bir gazete yayımlama olanağı elde edilememişti.
PEO sendikasına üye olan Kıbrıslı Türk işçiler için Kasım 1952’de bir merkez bürosu kurulması kararı alan Tüm Kıbrıs İşçi Federasyonu (PEO), Mart 1954’de Emekçi gazetesinin sahip ve yazı işleri müdürlüğünü yapmış olan PEO Konsey üyesi Ahmet Sadi’yi, bu büronun maaşlı sekreterliğine atamıştı. Ahmet Sadi ve sendikacı arkadaşlarının çabaları sonucu, PEO’nun Türk İşçi Şubesi’ne bağlı üyelerin sayısı 1954’de 1,500’e yükseldi. PEO artık Lefkoşa, Leymosun ve Mağusa’da kaza büroları oluşturarak, başlarına Türk işçi temsilcileri atamış, İskele’de de bir Türk sendikacı ile işbirliğine gitmişti.
Türk üyeler için sık sık Türkçe bildiriler ve aylık Türkçe haberler ile işçi sorunlarına değinen yazıları içeren bir İşçi Bülteni çıkarmaya başlamış, önemli konuların görüşüldüğü sendika toplantılarında yapılan Türkçe ve Rumca konuşmaların, her iki dile de çevrilmesine ilişkin bir ilke kararı kabul edilmişti. PEO’nun 11. Kongre’sine sunulan ve 1956-1959 yıllarına ilişkin faaliyetleri anlatan rapora göre, alınan bir karar da, “İşçinin Sesi” adında haftalık bir sendika gazetesi çıkarılması ve bu görevin Kıbrıs Türk işçi liderlerinden Fazıl Önder’e verilmesi şeklindeydi. Ama daha sonra “İnkılâpçı” gazetesinin haftalık olarak yayımlanmaya başlaması ile ayrı bir sendika gazetesine gerek kalmamıştı.
İLK SAYI
İlk sayısı 13 Eylül 1955 tarihinde yayımlanan “İnkılâpçı” gazetesinin sahibi, “İnkılâpçı Basın Şirketi Ltd”, Müdürü de Fazıl Önder idi. Gazetenin basıldığı yer, İnkılâpçı Basımevi, Skufarides Sokağı No.10 olarak verilmekte ve gazetenin “İnkılâpçı Yazı Kurulu” tarafından çıkarılmakta olduğu belirtilmekteydi.
Haftalık olarak Salı günleri 10 mil fiyatla “Halkın bağrından doğan İNKILÂPÇI halkın malıdır” başlığı ile çıkan ilk sayıda, “İnkılâpçı” imzalı başyazıda özetle şöyle denmekteydi:
“Gazetemizin adı İnkılâpçı. Biz de İnkılâpçıyız, ilhamımızı 1918-1922’de içten zararlı kuvvetlere, dıştan saldırganlara, sömürgecilere karşı şahlanan Türkiye halkından ve bu harekete kılavuzluk ve öncülük eden Atatürk’lerden almaktayız...
Sayın Okuyucu: Elinde tuttuğun “İnkılâpçı” gazetesi, bir buçuk yıl uğraşıldıktan sonra, büyük emek neticesi ve senin paranla, halkın parasıyla yayın alanına atılmıştır...
Gazeteyi çıkarmak için, fedakâr halk çocukları köy köy, kasaba kasaba dolaşırken, köy ve şehirli halk tarafından büyük ilgi ile karşılanmakta idiler. Buna rağmen “zırıltıcılar” diye isimlendireceğimiz bazı kişiler, “İnkılâpçı” etrafında dedikodu yaratmaktan (şahsi menfaat icabı olarak) geri kalmadılar. Biz gene yolumuza devam ettik ve şerefle, en fazla güvendiğimiz halkın huzuruna çıktık. Daha önce broşürlerde bildirdik. Siyasetimiz açıktır, siyasetimizi, temasa geldiğimiz halkın fikirlerini de kullanarak çizdik: Nereden gelirse gelsin, halkımızın zararına olan her şeyle savaşacağız. İşçilerimizin, çiftçilerimizin, dar gelirli zanaatkâr dükkân sahiplerimizin, memurlarımızın haklarını savunacağız. Askıda kalan cemaat davalarımızın yılmadan ele alacağız. Sömürge hükümetinin, halkımızın aleyhine tatbik etmeye yelteneceği anti-demokratik ve anti-liberal kanunlara karşı kalemlerimizle mücadele edeceğiz, bütün dünya halkı tarafından lânetle anılan harp kundakçılığına, harp propagandasına karşı durarak, barışı savunacağız. Adada yaşayan iki vatandaş cemaatın arasını açmak için yapılan tedhişçiliklerle, yanlış, yalan, parçalayıcı ve gurur kırıcı propagandaları nereden ve hangi taraftan gelirse gelsin takbih ve tel’in edeceğiz. Başkalarının hayat haklarına, düşüncelerine hürmet ederek, halkımıza eşit hayat hakkı tanınması ve varlığımızın adada idamesi için bütün kuvvetimizle faaliyet göstereceğiz.
Bu çetin yoldan başarı sağlayabilecek miyiz? Uğraşacağız. Halkın yararına çalışacağımız için halka güveniyoruz. “İnkılâpçı”
İşlediği sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlara getirdiği sağlıklı yorum ve çözümler nedeniyle okuyucu sayısı gittikçe artan “İnkılâpçı” gazetesi, 21 Kasım 1955 tarihli 11. sayısından başlayarak, Salı yerine, Pazartesi günleri yayımlanır ve aynı sayısında şu duyuruya yer verir:
“Şimdiki hedefimiz pek yakında haftada iki defa çıkmaktır. Halkımıza güveniyoruz.”
Gazete, bu sayısından başlayarak adresi “İsaakin Komninu Sokak No.24” olarak verilen bir basımevinde basılmaya başlar. (“İnkılâpçı” gazetesinin işlediği konuların geniş bir özeti için Bkz. “İnkılâpçı’nın Sonu”, Söz dergisi, 21 Kasım 1986, Sayı:58 veya A.An, Kıbrıs’ta Fırtınalı Yıllar (1942-1962)
“İNKILÂPÇI” TEHDİT EDİLİYOR
Üç ay süreyle yayımlanabilen “İnkılâpçı”nın son 14.sayısı, 12 Aralık 1955 tarihini taşımaktadır. Bu sayıda yer alan “İnkılâpçı” imzalı başyazıda “İnsan Hakları Beyannamesinin 7. yıldönümü münasebetiyle müstemleke idarecilerini, insan haklarına hürmet etmeye davet ederiz” denmekteydi.
İngiliz sömürge yönetimine karşı Kıbrıs Türk toplumunun çıkarlarını cesurca savunan ve Rum-Türk dostluğundan yana olan “İnkılâpçı” gazetesinin halkı uyarıcı ve bilgilendirici yayınları, hem sömürgecileri, hem de onlarla işbirliği içinde olan Kıbrıs Türk liderliğini tedirgin etmekteydi. “İnkılâpçı” gazetesine yönelik tehditlerle ilgili olarak, gazetenin bu son sayısında yer alan “Tehdit” başlıklı bir yazıda şöyle denmekteydi:
“Son günlerde oraya, buraya gelişigüzel tehdit mektuplarının gönderildiğini müşahade etmekteyiz. İki hafta evvel, tanınmış sporculardan Leymosunlu Bay Sevim’e böyle bir mektup gittiğini haber alarak yayınlamıştık.
Aynı ayarda bir mektup, geçen gün yazıhanemize de gelmiştir. Muhtevası: “İnkılâpçı gazetesini durdurunuz”, “öldürüleceksiniz”, “kafanız kesilecektir” vs.
Maşallah! Tavuk kafası mı ezeceksiniz be birader. Bu hareketi yapanların saf ve masum olduklarını biliriz. Fakat yaptıranlar ve idare edenlerin nedir maksatları? Kime ve hangi emellere hizmet ediyorlar? Medeni ve akıllı adam işi mi bu? Bizim bildiğimiz ganstervari tedhiş ve tehditler, siyaset vasıtası olamaz; ölüm tehditleriyle fikirler susturulamaz. Bu gibi hareketler halkın nefretini kazanacak ve failleri er geç meydana çıkararak halkın gazabına uğrayacaktır. Tehdit mektupları! Ganstervari hareketler! Bu mu idi eksiğimiz?”
GAZETE KAPATILIYOR
Nitekim iki gün sonra, İngiliz sömürge yönetimi, enti-emperyalist mücadelede Rum-Türk işbirliğini destekleyen “İnkılâpçı” gazetesi ile birlikte, AKEL’in günlük yayın organı Neos Demokratis’i ve solcu Embros ile Aneksartitos gazetelerini kapatacaktı.
Zaten 14 Kasım 1955’de, başta AKEL olmak üzere solcu köylü, gençlik ve kadın örgütleri de yasadışı ilan edilmişti. AKEL Genel Sekreteri ile Leymosun ve Larnaka Belediye başkanlarının da aralarında bulunduğu 135 AKEL üyesi, bir gece içinde tutuklandı. Böylece, İngiliz sömürgecilere karşı yürütülen tedhiş eylemlerine grevlerle destek olan ve İngiliz üslerine karşı kampanya yürüten Kıbrıs’taki sol hareketin susturulması amaçlanmıştı. Ama AKEL’in yeni gazetesi, 18 Ocak 1956 günü Haravgi (Şafak) adıyla yeniden yayımlanmaya başlayacaktı.
“İnkılâpçı” gazetesinin kapatılması, Kıbrıs’ta toplumlararası ilk çatışmaları planlayıp kışkırtan İngiliz sömürgeciler ve onların yerli işbirlikçileri ile birlikte, Kıbrıslı Türk demokrat ve solculara karşı uygulanacak olan saldırı ve cinayet dizisinin ilk habercisi olmuştu.
Rum ve Türk işçilerin birlikte kutladıkları 1 Mayıs 1958’den sonra başlatılan öldürme ve yaralama olaylarında, yaşamını kaybedenlerden biri de “İnkılâpçı”nın yazı işleri müdürü Fazıl Önder olacaktı. İlk öldürme teşebbüsü 22 Mayıs 1958 tarihinde PEO Türk Şubesi Başkanı Ahmet Sadi’ye karşı düzenlenecek, ama Sadi ile eşi, olayda yaralanarak, canlarını ada dışına kaçarak kurtaracaklardı.
“SOLCU BİR TÜRK VURULARAK ÖLDÜRÜLDÜ”
İkinci öldürme girişimi ise, bu olaydan iki gün sonra, 24 Mayıs’ta meydana geldi. Bozkurt gazetesi, 25 Mayıs 1958 tarihli nüshasında yer alan haberde şöyle yazmaktaydı:
“Solcu bir Türk vurularak öldürüldü. Diğer bir solcunun da Londra’ya kaçırıldığı bildiriliyor. Dün sabah saat 10.45 raddelerinde Lefkoşa’da Selimiye Camii civarında meçhul bir şahıs tarafından vurulmak suretiyle öldürülen 32 yaşındaki Fazıl Önder, şehrimizde solculuğu ile tanınmıştı.
Bundan bir hafta evvel cemaat aleyhine olan hareketlerinden vazgeçmesi için kendisine ihtar yapılmış ve bir açıklamada bulunması istenmiştir. Fazıl Önder böyle bir açıklamada bulunmıyacağını ve idealinden fedakârlık yapmıyacağını söylemiştir.
Hadise şöyle cereyan etmiştir: Fazıl Önder, dün sabah Küçük Kaymaklı’daki evinden kalkarak Lefkoşa’ya gelmiş ve dükkanında ortağı ile birlikte çalışmaya başlamıştı. Saat 10.45’de meçhul bir şahıs, makine başında çalışmakta olan Fazıl Önder’e üç el ateş açmış ve isabet kaydetmiştir. Fazıl Önder kurşunları yediği halde mukabele etmeğe davranmış ve bu sırada arkasına bir de kama işlenmiştir. Bu kama, Fazıl Önder’in ölümünden sonra hastahanede zorlukla çıkarılmıştır. Yaralandıktan sonra hastahaneye kaldırılan Fazıl Önder orada ölmüştür. Yayınlanan resmi bir tebliğde 38’lik bir tabanca kullanıldığı ve tahkikatın devam ettiği bildirilmektedir.
25 Mayıs 1958 tarihli Halkın Sesi gazetesi de, olayı “Lefkoşa’da vurma hadisesi” başlığı altında vermekte ve 32 yaşındaki Fazıl Önder’in öldüğü olayı şöyle aktarmaktaydı:
“Bazı meçhul şahıslar ellerinde 38’lik bir tabanca olduğu halde, dört el ateş açmışlar, fakat isabet kaydedememişlerdir. Tam bu sırada başka bir meçhul şahıs, onu bıçakla yaralamış ve ölümüne sebeb olmuştur. Hadise Müftü Asım Efendi ile Ayasofya sokakları kavuşağında olmuştur. Küçük Kaymaklılı olan Fazıl Önder, bir komünist uşağı olmakla tanınmıştı. Haber verildiğine göre, polis mesele etrafında soruşturmalar yapmaktadır.”
Türk yeraltı örgütü, geride dul bir eş ve öksüz bir çocuk bırakan Fazıl Önder’in korkunç bir şekilde öldürülmesinden üç gün sonra bir bildiri yayımlayarak, cinayetin kendileri tarafından işlendiğini açıklamış ve Kıbrıs Rumları ile aynı örgütlerde yer alan bütün Türklerin de aynı şekilde temizleneceği tehdidinde bulunmuştu. Nitekim TEK Yönetim Kurulu üyelerinden berber Ahmet Yahya 29 Mayıs’ta Lefkoşa’da, yine berber olan Ahmet İbrahim de 30 Haziran’da Leymosun’da öldürülmüştü. İnşaat İşçileri Sendikası Yönetim Kurulu üyesi Hasan Ali, 5 Haziran’da, Arif Hulusi Barudi de 3 Temmuz’da uğradıkları saldırılardan yara alarak kurtulmuşlardı.
Yıllar sonra, 15 Ekim 1965 tarihli Zafer gazetesi, bu tedhiş olaylarını “1958’de solcu Türklerin temizlenmesi harekatı” diye nitelendirecekti.
(*) Ahmet An’ın yukarıdaki makalesi YENİÇAĞ ve AFRİKA gazetelerinde yayımlandı. www.hamamboculeri.org internet dergisi tarafından 30.5.2003’te iktibas edildi
|
|
© 2011 - E.Kamalı |
|